Çamlı Kahve-Ara Çay Ocakları: Gazete Aydınlanma mı İfsad mı?
Tekin AVANER
Okumayı sökmeye başladığım tarihlerde, yaz tatilinde, gazete okumamızı salık veren öğretmenimize uyarak günlük gazete aldığımı hatırlıyorum. 1981 olmalı. Ne var ki hangi gazeteyi okumamız gerektiğini söylememişti. Bu durumda harçlığıma uygun olanı, elbette en ucuz olan gazeteyi aldığımı ve tüm yaz boyunca biriktirdiğimi ifade etmeliyim. Okul açılınca da desteleri kanıt babından okula götürdüğümde “başka gazete bulamadın mı?” serzenişi ile karşılaştığımı da… Aferin yerine neden böyle bir tepki aldığımı epeyce bir zaman bilemedim. Sözü dinlemiş, gereğini yerine getirmiştim. Görev adamı misali... Sonraları anladım tabi, tabloid gazetelerden birini almışım meğer, bolca nü resimleri olan, ahlaka mugayir olandan. Babam evde olmadığından çoğu kez, annem okuma yazma bilmediğinden, ev ilçenin en uzak yerinde mukim olduğundan, gazeteci de el kadar sabiye niye bunu alıyorsun demediğinden, ben bir yaz boyunca her gün aynı gazeteyi alıp durmuştum. Çoğu kez desteleri gören rahmetli babam, “aferin, oku” diyor, annem gazeteleri türlü ihtiyaçlar nedeniyle kullanmak istiyordu. Bense gözüm gibi sakınıyordum. Kalın yazıları okuyor, ilgimi çekenlere bakıyor, futbol bahsine ilgi duyuyor, son sayfadaki resimlere dikkat kesiliyordum. Okul açılınca gazeteleri sınıfa götürdüm ve vazifesini yapanların rahatlığı ve gururu içinde kanıtları sundum. Zılgıtı yiyince de bir daha o gazeteyi almadım. Epeyce bir zaman da oralı olamadım. Şimdilerde okunacak gazete de kalmadığından o bahsin defteri de dürülmüş gibi. Ancak ömrü hayatımda dalgalanmaların olduğu açık. Üniversiteden mezun olduğum sıralarda girdiğim bir mülakat sınavında sorulan “bugün ülkemize önemli bir devlet adamı geliyor, kimdir o?” sorusunun ardından işittiğim “bizim personel günde en az iki gazete okur” saptamasıyla karşılaşmış ve “bugün sabah dahil her gün ben de iki gazete okuyorum üstadım, mutlaka birkaç ana haber izliyorum” diye iç geçirmiştim. Hemen eve koşmuş bilemediğim tek sorunun cevabını gazetelerden aramıştım. Birinde hiç bahis yoktu, diğerinde ise sadece bir köşe yazısında geçiyordu. Bu o önemli devlet adamına saygısızlıktı. Önceki akşam hiçbir haberde de verilmemişti. Son dakika bir şeydi belli ki. Neyse olan olmuş, fırçayı yemiştim.
Ne zamandan beri günlük iki gazete okuyordum? Üniversite yıllarında zaman zaman etkinlikler oluyor, birileri gençlere sesleniyor, tecrübelerini aktarıyordu. Sonraları milletvekili de olan birisi konuşmasına soru sorarak başlamıştı: “İçinizde düzenli bir gazete okuyan var mı”, salonun en az üçte biri el kaldırıyordu. “İki gazete okuyan?” Tek tük ele düşüyordu cevaplayanlar. Düzenli üç gazete okuyan yoktu. Soruyu soran istediğini bulmuş ve bunun üzerinden gençlere dünyayı, ülkemizi bilmek lazım, gelişmeleri takip edin diye negatif motivasyon örneklerini vermişti. Tek tüklerden biri olarak yine içimden “Talebenin gazete okuyacak parası mı var sanki?” diyordum. “Gazete aldın da okumadık mı yani?” Mugalata, belagat şehveti vs., laf olsun işte.
Memlekette adı kıraathane olan, ismini duyduğum, okuduğum, çayını içtiğim ancak bu işlevine rast gelmediğim mekânlar vardı, var olmasına da… Yetişemedik işte diyelim. Ancak bir yer vardı, ara çay ocakları. Kadirli’de Çamlı Kahve denilen merkezi noktada yer alan çayhaneler vardı. Ne zaman açıldı, ilk açan kim sorularını müdavimleri de hemen bilemiyor gibi. Kahvenin Yemen’den İstanbul’a gelmesi ve Viyana’ya ulaşmasına dair tarihsel anlatı merak ve heyecan uyandırsa da kahveyle de kahvehaneyle de aram pek iyi değildi. Bizimkilere dair soruların yanıtlarını daha ince araştırmak gerekiyor. Ticaret siciline bak diyor birisi. Anonim şirket mi lan bu diyor ötekisi. İlk İstanbullu kahvehaneler Halepli Hakem, Şamlı Şems tarafından Tahtakale’de açılmış misal. Öykü Kanuni zamanlarını işaret ediyor.[1] Konduramıyor insan ilk anda. Payitahtın kahvehanesine sıra bir türlü gelmedi. İnsan on sekiz yaşını iple çektiği zamanlarda en yakınındakine odaklanıyor, duyuyor ve biliyordu. Toplumsal statü halleri. Erkekliğin ilk alamet-i farikalarında biri de kahveye gitmekti. Delikanlı ahalide kabul görüyordu.[2]
Çayhaneler çay veriyordu. Hem bizim sıralarda Çamlı Kahve de oyun salonuna dönüşmüştü. Göstermelik gazete var gibiydi. Ötekiler daha feci, çeşitli videolar izletirlerdi. Ekmek arası sucuk, acılı çeyrek ya da yarım ekmeğe ayran ya da kızılcık şerbeti eşlik ederdi. Gazoz bahsini hatırlamıyorum. Her film iştahını kabartırdı videocunun, verir babam verirdi. Vurdulu kırdılı filmlerden, rockylerden, rambolardan istenirdi. Araya parça atılırdı, köpürtülürdü, Yeşilçam kesmezdi, türlü Hollywood ahlaksızlıklarından geçit resmi düzenlenirdi. İflah olmuşlar mıdır acaba? Nesiller teksas tommikslerle hazırlanmıştı, travma zamanlarında altüst olurdu zihinler, değerler. Yeminler edilirdi, bir daha teksas almayacağına dair, babalar döverdi, bir kez daha yakalanınca, hani almayacaktın denirdi, ben teksas almayacağıma yemin ettim, bu tommiks, yemine sadık kalmak önemliydi.
Sosyalleşme de önemliydi. Erkek egemen dünyada eve tıkılıp kalanların hali nice olurdu. Dırdır ömrü tüketirdi. Tuz ve cız kafiyesi alfabenin ilk harfi gibiydi. İnsanlar kendini dışarı atardı, ferahlardı biraz biraz. Aileden, okuldan sonrası idi kahvehane. Cemiyete adım atardı ahali: Ağası orada, rençberi orada, kasabadan köyden adamlar orada olurdu. Okumuşu-yazmışı, buna değer verenler/vermeyenler, kendini önemseyenler bir arada olurdu. Post-truth çağı öncesinin iletişimiydi, hasbi, kalender, hemhal içinde, biraz da iğneleyici, her şey vardı. Sigara bahsi olmasa net kahvehane ömrü uzatırdı diyesi geliyor insanın. Oyun ve sohbet türlü müşkülleri çözerdi. Belki bazı yenilerini de eklerdi. Yine de taşranın kültür mahfilleriydi onlar…
Arkadaşlar “çayaneye gidek” derlerdi, Hilal olana giderdik, Seyidoğlu Mustafa sanki insaflı gibiydi, çayı dayamazdı iki de bir. Çay paramız yeterince var mıydı bilinmez ancak her yeni demlikten mutlaka getirmesini isterdim, yetecek kadar metelik vardı şükür, mevcut gazetelerin hepsini okurdum. Bir hiyerarşi vardı hem gazeteler bağlamında, amiral gemisi gibi ifade edilen gazeteleri eline geçirenler bir türlü bırakmazdı. Bir de yaş almışlar taifesi vardı. Gözlük altından ya da üstünden bakan, hayatı rölantide yaşayanlar. Citta slow mekanlara yakışanlar. Vakti geniş olanlardı onlar. Keşke hala olsalar ya onlar…
Bir de hiçbir şey kalmamış gibi bulmacalarına yönelip iki saat esir edenler yok muydu? Yine de sabretmeyi öğrenirdik. Bilemedikleri olduğunda, söyleyince yan gözle baktıkları olurdu, sonrası cevher keşfetme aşinalığına dönüşür, “Kimlerdensin sen bakim” derlerdi. Mektep-medrese işleri sonrasında kabullenme başlardı. Bu sıralarda yerel bir gazeteye yazı yazma teklifi almıştım. Albayrak gazetesindeki düzenli yazılarım böyle başlamıştı. Her çeşit gazete olmazdı bu çay ocaklarında. Herkes kendi mezhebine, meşrebine uygun gazeteleri alırdı, sonraları hemen hepsinin aynı gazeteler olduğunu anlamıştım. Memleket standart seviyor ve alışıyordu. Elle gelen düğün bayramdı. Neticede İngilizlerin “Penny Üniversitesi”[3] dedikleri şekilde bir iki çay parasına epeyce bir gazete okuyabiliyorduk.
Gazete bahsi bitince iki lafın belini kırmaya gelirdi sıra. Hasbıhal başlardı. Ondan, bundan başlayan mevzu günün özel/kamusal konularını tavaf etmeye dönerdi. Ekseri konu hükümet indirme/bindirme mevzuları olup yurdum insanının mütehassıslığını konuşturduğu anlardı. En iyisini hep bilirlerdi. Bazen ahlak zabıtasına dönüşürlerdi. Umumhaneye yolcu aranır, oyun masasının avları bıyıkları yeni terleyenler olurdu. Envai çeşit dedikodular tırıptı, bazen de çeşitli mavralar patlatılırdı. İnsaniyetin ilk ezildiği yerler de bu mekanlar olurdu. Herkesin zaptiyesi kendi vicdanıdır ya, vicdanlar köreliyordu.
Bir kısım gedikli, gözlerinden anladıkları gibi her şeyi, ön izlenim bir anda son izlenimleri oluverirdi. Hayatın ordinaryüsleriydi. Es kaza yanındakiler bir mevzuyu ele almış, hesap hendese ederken birden yan masadan hiç tanımadığınız bir hemşeriniz lafa dalıverir, “O öyle değil, böyle” deyiverirdi. Ne edeceksiniz, ya sataşmaya laf yetiştireceksiniz, ya da “He gardaş” deyivereceksiniz. Laf yetiştirmeye yeltenseniz, kendinizi Avam Kamarası’nda gibi hissedersiniz, asla pes etmez, iddialaşmayı sürdürür, düelloya davet edilmiş gibi savunma/saldırı atakları yaşarsınız. Neme lazım, “Cahille olma bir” denildiğine göre sükûnete bürünebilirsiniz, ancak sussanız malum bu kez gönül razı değil. Aydın ile hesaplaşma hiç ummadığınız yerlere gidebilir. Böyle bir örnek ara çay ocaklarını ticaretin odağı gibi kullananlardan biri tarafından yaşatılmıştı diye anımsıyorum. Sulu karpuzunun nişanesi olarak koltuğunun altına aldığı bir örneği tezgâha bırakmış bir amca yarı yaşındakilerin sohbetini kıskanmış ya da merak etmiş olabilir, “Birden siz ne iş yapıyonuz bakim?”, deyivermişti. Geçiştirmeye çalışmama rağmen ısrarla işimi, sonra da maaşımı sormuş mutlaka yanıtını almak isteyenlerin tavrı ile gözlerini/kulaklarını dikmişti. Nafakamızı müeddep edayla zikredince bu kez “Senelik mi” diye sormuştu, neyse matematiği iyiydi ve 12 ayla çarptığında kendi kendine cari iradın 1 dönüm karpuz parası bile etmediğini keşfetmişti. “Senin ne kadar karpuzun var?” diye sorduğumda ise 80 dönüm derken yüzündeki ifadeyi görmeliydiniz, gurur, tepeden bakış, alaycı ve küçümseyici bir çehre… Böylece az önceki mevzuda bahşettiği görüşleri bakımından 80 kat daha haklı olduğu sonucuna ulaşan tarzda bir yüz ifadesi. Ne de olsa para ondaydı. İlim hiç bu kadar eziyet çekmemişti.
Etrafta ilk dikkati çeken lokantaların bulunmasıydı, tatlıcılar, terzi, berber, ayakkabı boyacıları, meydan ve kalabalıktan istifade etmek isteyen türlü esnaf işletmeleri sıralanırdı.
Otuz seneyi aşkındır gitmiyorum ancak her geçtiğimde oradan göz ucuyla izliyorum ne haldeler diye? Tüketim toplumunun etkisi her yerde, yığın tüketim, futbol maçları ve zevksiz, lezzetsiz, sevgi ve saygı yitimi, biteviye değersizleşmeyi düşünüyorum sonra da… Daha beteri var biliyorum… Akın akın, ordu ordu avmeleri gidiyoruz. AVM’lerden gıcık alıyorum. Şehrin ilk avmsi afişine acıyarak bakıyorum…
Kaynakça
Doğan, Cem, “Hatırat Eserleri Işığında Eski İstanbul’da Kahvehane ve “Mahallenin Namusu””, Hatıratın Işığında Şehir, Mekan ve Kurgu, ed.Musa Gümüş, TTK Yayınları, Ankara, 2022, s.193-208.
Savaş, Metin, “Dünyada ve Türkiye’de Dergiciliği Doğuran Zemin”, Türk Yurdu, sayı 405, yıl 110, Mayıs 2021, s.66-70.
Sökmen, Cem, Eski İstanbul Kahvehaneleri, Ötüken Yayınları, 2011.
[1] Cem Sökmen, Eski İstanbul Kahvehaneleri, Ötüken Yayınları, 2011, s.16.
[2] Cem Doğan, “Hatırat Eserleri Işığında Eski İstanbul’da Kahvehane ve “Mahallenin Namusu””, Hatıratın Işığında Şehir, Mekan ve Kurgu, ed.Musa Gümüş, TTK Yayınları, Ankara, 2022, s.200.
[3] Metin Savaş, “Dünyada ve Türkiye’de Dergiciliği Doğuran Zemin”, Türk Yurdu, sayı 405, yıl 110, Mayıs 2021, s.68.