Doç. Dr. Tekin AVANER

Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Dekan Yardımcısı

Türkiye’de aydın, eskiden münevver Fransızcada entelektüel, kendisinden bekleneni tatmin edici düzeyde veremediğinden genellikle eleştirilmiştir. Eleştiri sahiplerinin ülkeye kendi katkıları da eleştirilebilir, bu böyle gider. Ancak Türkiye’nin genel gidişatından bağımsız olarak değerlendirilemeyecek bu husus vurun abalıya kültü doğurmamalıdır. Serinkanlılıkla ve bilimsel değerlendirmeler ve saptamanın ötesine geçen yapıcı eleştiriler nasıl kurulabilir? Yapıcı eleştiriler dilek ve temennilerden nasıl kurtarılabilir? Günümüz aydını, küreselleşme ile birlikte olgusal okumaları veri seti yetersizliği nedeniyle ya da bahanesiyle doyurucu bir şey yapmaktan uzak, teslimiyetçi ya da ana akım kuramların ulusal, yerel aktarıcısı biçiminde konumlanmıştır. Olgusal kabulleniş ya çaresizlik ya da bananesi ilgisizliği şeklindedir. Hep beraber seyrediyoruz. Mevcut durumu yönetme, tehlikeleri bertaraf etme yerine işbirlikçi, kurulmuş, kurgulanmış olmayı tercih ediyoruz. Silahşörlük anlayışı da değişmemektedir. Taraf ya da karşıt olan dikotominin esiridir. Bu yüzden kavramsal okuma, eleştirme, toptan ret, uyumlaştırma, karşılık ya da kendi olanı kurma ve geliştirme arayışında da değiliz. Hepsini birden yapmaya çalışan da var kendini kurtarmaya çalışan da. Herkes kendi cılız gayretinde bir şeyler yapma derdinde, amaç yok, plan yok, sinerji yok, her şey belirsiz ve etkisiz. Her yerde laf var…

Neden? Neden mi bunları kafaya takıyorum. Sade ben değil Tilly de öyle. Üstelik o, neden sorusuna da epeyce takılmış, gerekçeleri şöyle: “birincisi, kitle iletişim araçlarının, öğrencilerin ve meslektaşım sosyal bilimcilerin karmaşık toplumsal görüngüleri hep aynı şekilde açıkladıklarını fark ettim ve düzenli olarak birkaç etkili aktörün kararlarına odaklanıp, tahmin edilmeyen sonuçları, artımlı etkileri ve kesintisiz, toplumsal etkileşim müzakerelerini neden ihmal ettiklerini merak ettim… İkincisi, pek çok toplumsal sürecin, söz gelişi, kendi kendine konuşmaktan ya da bir büyük ustanın satranç hamlelerini planlamasından ziyade yoğun bir söyleşiye benzediğine ilişkin hüzünlü iddiam (var).” Can sıkıntısından kaynaklanıyor olabilir. Yine de insanları birbirine bağlayan neden sorusuna devam etmek gerek (Tilly, 2019: 8-9, 23 ve 59). Kim bilir Gazzali’nin ilgilendiği gibi kültüre dışarıdan gelen bilgiler (ulûm-i dahîle) mevzuu herkes gibi beni de etkiliyor olabilir (Çağrıcı, 2017: 17).

Akademik dünyada sürekli duyulan pelesenk, o ölçüde de klişe bir söz var; tarafsızlık. Bu sözün gerçekten anlamı ne? ‘Bilmiyorum’ demek kolay ama araştırıp öğrenmek zor olanı. İsmail Kara’nın ifadesiyle konuyu “tetkik ve teşrih masasına yatır(mak)” gerek (Kara, 2019: 5). Teoman Duralı rahmetli, Sartre’ın bir tek “tarafsızlık ahlaksızlıktır” sözüne katılıyorum demişti ya benim kafaya takmam o misal olabilir. Bir sorunsal bu… Üstün varsayımına kanan ya da kendinden yana olan. Batıdan okuyan, doğuyu bilen. Hem onu hem onu olmaz mı? Sağlamcılık, uyanıklık ya da üçüncü yolculuk? Doğu’da ne var ki? Hayır, ilim Çin’de de olsa alınıyor, Çinli olunmuyor. Elden gelen öğün olmuyor vesselam, kendine bakmalı aydın, aramalı, bulacaktır elbet…

Vaktiyle yerel tarihçilerin kıdemlilerinden olan Cezmi Yurtsever büyüğümüz, pek çok baskı da yapan eserlerinden birinde, akademik tarihçilik için başvurusuna müteakip danışman profesörle yaptığı mülakattan hemen sonra köyüne dönmesi salık verilince üzüntü ile karışık kızgınlığını da saklamaz ve içinden çıktığı toplumun tarihe olan sevgisi ile birlikte kazandığı şuuru akademik olarak araştırmalar yaparak gelecek nesillere titiz/bilimsel incelemeler sonucu eserler sunmak istediğini dile getirir. Mülakatta, tarihe dönük sevgi ve bilincin harmanladığı ifadeleri sarf ederken beklemediği bir tepki ile karşılaşır. Böyle bir duyguyla yapılacak tarihçiliğin politik olduğu ve köyüne geri dönmesi gerektiği söylenince çaresiz başka yollar arayarak tarih çalışmalarını sürdürür. Tarafsız olmak ve bilimsel kalmak arasında uyarıları genç yaşta ve aslında şiddet içinde kalarak öğrenmiştir. Toprağın değerleri saf ve samimi ifade edildiğinde yetenek sahibine metodolojik kazanım için rehberlik değil, neden azarlanma nasip olmuştur? O günden bugüne değişen nedir? Bir metin millici ise akademik bulunuyor mu yoksa ciddi bir şekilde aşağılanıyor mu sorusuna hala olumsuz yanıt verenler var (Buçukcu, 2020: 191).

Eğitim ve günümüzde yine de var olan dönüştürebilme gücüne dair de değinmek gerek. 19.yüzyıldan katkısıyla Schopenhauer, Horaz’ın Carmina’sından alıntıyla, “Doğuştan gelen yeteneği sadece eğitim geliştirir” (Schopenhauer, 2016: 17) demektedir. Burada iyi niyet de çabası. Eğitim köreltiyor sadece. Çarpık eğitim meselesi. Memleketin evlatları geçmişini bilmesinler, öğrenmesinler, ders çıkarmasınlar, öğretmesinler mi? Sistemi böyle kurgulamışlar. Ya da her yerdeki etnocentrisizm burada da yakayı bırakmıyor ve siz zaten rasyonel de olamazsınız ön yargısına mı kapılıyoruz? Bilim senin nene gerek? Azim, kararlılık, sebat, çalışkanlık, bilim adamı nosyonuna ve de formasyonun gereklerine dair bilumum cümle. Ya da bunun yerine bilumum insanlar oralarda, etiket ya da beyin göçü. Bunlar da yine bilinen ve sık tekrarlanan karamsarlık tablosu işte. Ya da acı ama kısır hakikatler. Biliyorum hayırlısı buymuş deniyor. Kısmet… İyi ama kötüyü söyleme de gıybete girmiyor…

Günümüzde artık bu tartışmanın aşıldığı ve bilimsel olanın üstün geldiği zamanları yaşıyoruz. Ancak bilimsel tarafsızlığın mutlak ya da vicdani noktalarda kalarak üstünlüğü elde ettiği iddia da edilemez. Makyavelist, Sieyesvari ya da oportünist/fırsatçı sözcüklerini en iyi bilenlerin en tarafsız oldukları da söylenebilir mi? Yaşam alışkanlığı yapanlar mı denmeli? Sonuç imtidat da olmadı. Sürekli değişerek dönüşmek bu, sürekli gelişmek olan kaizenden önce Yahya Kemalce dile getirilmiş, Tanpınar kavramsallaştırmıştı, nev-yunani olunmadıysa, kökü mazide olan bir ati de olundu mu ki?

Maarif meselesi, kafa hep batı, halktan hep kopuk hal…

Doğa ya da sosyal bilim dikotomisi belli bir tartışma zemininde daha net ögeler içermiyor da değildir. Sözgelimi ‘tarafsız gözlemci kimliği’ Malinowski’nin 1930’lardan beri çağdaş sosyal antropolojinin kuruluşunda icat ve de armağan ettiği kavram setlerinden biri olarak dördüncü çeyreği tamamlamak üzere. Bu süre boyunca çok da yaygınlaşmış durumda bulunuyor. Estek köstek ruhlarda ‘akılcı’ ya da ‘yaşamak için’ de olgu halinde. Nasıl da yaygın hale geldi. Yavaş ısıtılan kurbağayı anımsatıyor insana. Doğa bilimlerinin varlıkbilimsel ya da kanıksanmaktan mütevellit somutlama avantajına sahip pozisyonunu artık tartışmıyoruz. Önceden ya da sonradan kabulümüz o. Hatta malum sosyal bilimler olarak ondan nasıl yararlanacağımıza dair tartışmalar görece yeni olsa da vakıa epeyce eskimiş bulunuyor. Darwinli, Newtonlu ya da bizce aşikâr Bertalanfy onlardan birkaçı. Matematik mi onu hiç katmayalım bu işe. Hem o zaten kadim. Ancak sosyal bilimlere meyil edildiğinde ya da daha doğru bir ifade ile toplumsal sorunları yazmaya odaklanıldığında hemen bir açmazla karşılaşılıyor. Bakın bir fen ya da temel bilimci (fizik-kimya vd.) daha pozitivistçe de bakarak bunu deşifre edebiliyor. Kritik konu ya da durum leh ve aleyh sözcükleriyle ortaya çıkıyor. Bunun kişisellikten uzak olması da gerekiyor. Sözgelimi ‘Türkiye’nin lehine olanları bulup çıkarma gayreti’ni ele alalım. Olgusal düzlemde araştırma, inceleme ve geliştirme için bir dizi çaba gösteriyor, uğraşıp duruyoruz. Bazılarımız akademik sorumluluk içinde kalmaya ve uykusunda bile değerli işler yapan bir sınıfa ait olmayı hak etmeye çalışıyoruz. Mürekkepten damlattıkları değerli olsun diye uğraşıyorlar. Bazılarımız da tarafsızlık takiyyesi içinde sözlü ya da network ilişkileri içinde bir taraf olarak postu deldirmemeye, unvanları, kadroları ve mansıpları elde etmeye uğraşıyoruz. Elbette tarafsızlığı en fazla eser/yayın konusuna münhasır tutmaya çalışarak. Bu çaba ise özgün ya da telif eserlere bakıldığında her biri başucu kaynağı olan opus magnumlar yaratsa, ilham perileri genç nesillere hiç değilse okuyanlara katkı sağlasa amaca bir nebze de olsa yarar ve ferahlık verir. Ancak bu bilinemezdir, bugün değilse bile bir gün işe yarayan, tarihte yazıldığından çok sonra belki de asırlar alan keşifler ve de eserler vardır. Güzel, ancak toplumsal hafıza bununla baş edebilir mi? Bizim toplumun hafızası. Unutkanlıkla malul olduğu ifade edilen bir topluluk dün ne yediği üzerine tartışan pek çok insan ve düşük eğitim seviyesi hiç değilse pratik ve pragmatik genç ve dinamik bir demografik yapı arkasındakilerle uğraşmayı pek tercih etmeyecektir. Ettirilmeyecektir faslı da ayrıca tartışabilinir. Ancak unutkanlık mevzuunda aydının pozisyonunu kurcaladığımızda Bauman’ın ifadesiyle “Geçmişte sömürülen ve bunu unutmuş kimse, o başka kişileri sömürecektir. Öncesinde hep tepeden bakılan ve şimdi bunu unutmuş gibi davranan kimse, o aynı şeyi başkalarına yapacaktır…” Zihniyet bahsi bakımından azgelişmiş ülke aydınının C düzeyi diplomalar peşinde koşarken Avrupa’daki hali, bu çağrışıma uygun düşecektir. O yüzden belki de kendi memleketine yaban kalmaktadır. Yaban kalmak bir tehlike ise diğer bir tehlike tıpkı akıllı füzeler gibi “edindikleri bilgilerin tamamen tek kullanımlık” olmasıdır. Yabancı ülkelerdeki doktora tezleri genellikle Türkiye üzerine yapılmakta, tercüme faaliyetinden ibaret kalmaktadır. Kendi ülkesinin bilgisini böylece transfer etmek. Kısa sonuç aferin alınır, başarılı olunur, uzun vadede kültür güzellemesiyle ömür tüketilir, emekli olunur. Onca emek, zahmet ve de kaynak böylece heder olup gider. Zarar vermesindense israf hep tercih edilir durur. Antropolog Gregory Bateson’un ezberci, değişime uyum sağlayan ve paradigma değişimlerini yönetenler biçiminde yaptığı üç öğretme/öğrenme seviyesinde bize hangi seviye düştüğü açıktır. Aklı başa almazsak Malinowski’den otuz yıl önce katılımcı gözlemcilik deneyiminin ilk öncüsü Frank Cushing gibi Zunilerden biri haline gelmek kaçınılmaz olacaktır (Bauman, 2020: 15, 23, 27 ve 65). Vaki örnekler pek çoktur.

Lehte olmak ya da Türkiye’nin lehinde olanları bulup çıkarmak gayreti zorlu bir yol… Acaba daha kolay bir yol yok mu? Sözgelimi mefhumu muhalifinden gitsek ve de ‘Türkiye’nin aleyhine olanları teşhir etmek gayreti’ni göstersek nasıl olur? Olmayana erge yani. Saçmalığa indirgeme demiyorum özellikle. Böylece tarafsız olur muyuz? Aleyhte olanlar biraz daha kolay deşifre edilebilir zira bunlar çok fazla bulunuyor etrafımızda. Şöyle bir üstümüze başımıza baksak, yediğimiz içtiğimizden tutun da kullandığımız faber ya da enstrüman bolluğunu fark eder miyiz? Yoksa hep böyle mi sanarız sapiensi. Çok mu iyimserim? Başkaca dost yoksa kendimizden gayrı o halde kendi alet ve edevatımızı kendimiz yapmamız gerekir. Oysa bu otarşik zihinsel kalıp ve yöntemlerin fena şeyler olduğunu tarafsız olanlar bize belletmişlerdir. Aslında onlar nasıl bunları yapıp da tarafsız kalabiliyorlar? Bu mahareti de alkışlamak gerekir. 19.yüzyıldan 20.yüzyılın ortalarını geçerken bile yaşanan tüm savaşların sebebinin milli bir duygudan değil hegemonya isteğinden kaynaklandığını ifade eden bir yazar bizim açımızdan bilimsel ve kültürel hegemonyayı işaretlemez mi? (Hassner, 1967: 64) Hegemonik ilişkiler son tahlilde emperyalizmi kurmak için değil mi?

Maharet demişken tarafsız gözlemciler de lehte ve aleyhte gayret yürütenler de maharet ya da kabiliyetleri ölçüsünde vakıayı yansıtacaklardır. Burada ‘mirror for princes’ da farklı galiba. Adamların aynaları da mı farklı? Ya da bu bir algı… Algı yönetimi mi sadece? Bir kere taraflı/tarafsız herkes doğru yansıttıkları ölçüde vakıaya temayüz ediyor, müverrihlerin ya da ediplerin, şuaranın şeyhi haline geliyor, mütebahhir oluyor… Doğru yansıtma mı dedim? Evet, ancak kabiliyet de dedim. Belki de Türkiye lehinde çalışanlar kabiliyetsiz, ya da doğru yansıtamıyorlar. Öyle mi ki? Hani Bilge Ercilasun’un “Yahya ve Kemal ve Nesirleri” bahsinde Yahya Kemal’in, Edebiyata Dair kitabındaki “Resimsizlik ve Nesirsizlik” adlı yazısında yer alan… “Bu iki sanat bizde yoktur. Muhayyileyi en fazla işleten bu iki sanatı talih, bizden esirgemiştir. Gerçi “nesrimiz, resmimize göre vardır. Lakin yazık ki nesrimiz üç kusurla malûldür. Çok az yazı yazmışız, çok kötü yazı yazmışız, çok kısa yazmışız.” (Ercilasun, 2019: 411-412) ifadesi akılda tutulursa genelde bir hayal etme gücü sorunu var zeminde. Sorunun toplumun içinden çıkan yanı ile aydına yansıyacağı da açık. Öncü ve rehber yönleri baki olmak üzere bir yönüyle ölçüsüzlük ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla yanlış yansıyan ya da çarpıtılan şeylerle meşguller. Algı ve imaj devrinde yanlış yansıtma ve çarpıtma mahareti de çabası. Formasyonun olmazsa olmazları akla gelse de burada megalomanin de antipatik/sevimsiz bulunduğunu ifade etmeliyim. Avantaj sağlamak için ya da saflıkla/ cahillikle çarpıtıldığında neler oluyor? Eh hiç değilse itibar kaybı. Sığ olanlar itibar kaybetse ne olur kaybetmese ne olur tabi? Ama onun yerini yeni bir sığ olan dolduruyor. Türkiye aleyhine olanlar avantaj sağlamak için ya da saflıkla/cahillikle çarptırdıklarında neler oluyor? Koca bir hiç. Hatta daha değerli oluyorlar. Bedel ödemeyi göze almış olmak iltifata tabi olmak demek. Hıyanet saflıkla yapılmışsa eğer müeddep olan namus dairesinde kalarak belki de kahrolarak çilesini tamamlıyor. Çoğu kez affedilebilecek olsa da Çolak Salih gibi irşad olabilirlerse de köşelerinde ıstırap içinde kalıyorlar. Küstah olan ise en fazla göç ettirilir, terfi ettirilir, unutturulmaya terk ettirilir. Bir adalet onu gelip buluncaya dek böyle gider.

Tercüme bahsine değinmek ya da değinmemek. Bir gayya kuyusu deyip geçiştirmek belki de. Ancak bir gazete haberi ele almadan olmaz dedirtiyor; adam hakkında bilgi veriliyor, çoğu Türkçe tabi ama bir yerde kendi anlatımıyla öyküsü dile getirilirken 1964 yılında Peace Corps gönüllüsü olarak Türkiye’ye ilk gelişi ifade ediliyor. “Barış Gönüllüleri”nin dönemin emperyalist ajan ve de araçlarından olduğu biliniyor. Kim daha namuslu?

Aklımda bir sürü komplo teorisi var. Hiçbir şey olmamasından iyidir. Belki de değildir. Düşünmeyenler çoğunlukta ama. O halde komplo olsa da yakınmalar diz boyu ve iç sesim kısıldı artık. Ateist, sapık ya da eşcinsel, intihar yaygın, materyalist, akıl ya da ruh hastası-kaçık, maceraperest ya da meraklı insanların düşüncelerinin toplamıdır. Ne mi? Bilim ya da felsefe tarihi. Amma büyük laf. Batı rasyonalitesi daha kibar kaçacaktır oysa. Yine de sistemi çözümlemek için biraz burjuva biraz da sanat desteğini eklemek lazım herhalde. Ya da dağınıklığı gidermek için altyapı ve üstyapı kurumlarına müracaat etmek ve iktisadi, toplumsal, siyasal ve yönetsel düşünce, bilgi, estetik de var tabii, yapı ve işleyişlerden dem vurmak gerekecek. Hakikaten Batı dünyasında neden lokomotif hep burjuva sınıfı oluyor? Ekonomik ve toplumsal örgütlenme tarzı sınıfsal olarak yeni bir dinamizmle siyasal ve yönetsel süreçlere de hâkim olmak ve egemenliği kullanmak istiyor. Devleti yönetmek, araçsallaştırsak da olur mu? A bir dakika, nasıl oluyor da Türk ya da Kürt ya da İran, Irak, Suriye ya da külliyen Ortadoğu’da bu mekanizma işlemiyor? Burjuva demokratik devrimler olmuyor yani. Tarımdan, ticarete oradan sanayiye ya da içiçe geçmiş hepsi farklı sıraya otursa bile elbette mantıksal ve sıradüzensel bir mekanizma var. İşbirlikçi burjuvazi, iş sınıfı ya da çıkarcı grup kritik nokta burası. Milli ya da ulusal sözcüğünü içermiyorlar. Daha çok dağıtımcı, acenteci, şube ya da distribütör bir ağ bileşenleri olarak iş bölümünün parçası olmuşlar. Merkeze bağlanmışlar. Bağımlı bu yapı, gelişemeyen bir sanayi (tarım ve ticarette dahil) burjuvazisi olduğu sürece halkın/köylünün isyanlarının sonu nereye varabilir? Hüsran. Kullanılacaklar. Ya da her ikisi birlikte olacaktır olan. Destabilizasyon süreçleri gerçekte kimin mi işine yarıyor? How to recycle the/your colonial empire? Sömürge imparatorluğunu çevirmek lazım. Hiç değilse sürdürülebilir olsa çabalarını unutmamak lazım: çevrenin artı değerini merkez ülkeye, merkez ülkeden onlara da bolca kendi kültürlerinin transferi meselesi. Çevrenin elitleri de ideoloji vs. devşirirken ya da ithal ederken hem gelişmiş olmak istiyorlardı hem de onlara benziyorlardı, psikopatolojik bir şevkle ya da anti-kolonyal tepkiyle davranma meselesi, haz öteden beri üstün geldi öfkeden tabi (Buçukcu, 2020: 194)… Dua ve baki selam… Herkese kolaylıklar...

Tarih şuuru ne demek? Nasıl bilinçleniriz? Sözgelimi ‘Elli İlk Buluşma’ filmini izlerken amnezi kavramını fark ederiz, isabet etmiştir ve toplumsallık atfederek halimizi resmederiz ya da Patton filminde ABD’li General’in İngiliz mevkidaşına nispet yaparcasına değil elbet savaş sonrası küresel güç elde etme ve öne geçme amacıyla sergilediği mücadelesine tarihsel ve felsefik bakışlar fırlatarak Napolyon’un Moskova seyahati ya da seferinden anekdotlar alırız, bizim Hollywood pek çok şeye kadirdir ne de olsa… Ve film seyrederken patlamış mısırla enerji, süper kahramanlarla bilinç kazanırız. Alın size bilinç… Tamamı batı modernliği… post modernliğinden de bir şey görmedik ya…

Bu günlere kolay mı geldik? Elbette hayır. Sayısız savaş ve mücadele dolu, ancak yazmadığımız bir tarih var. Masa başındaki adamlar kazanıyor bu filmde hay aksi, olsun biz naif kalalım ve başarı ve felaketler, zafer ve yenilgilerle dolu bir tarih yapalım kendimize, ekonomiyi, tarımı hayır efendim ticareti belki de işletmeleri nasıl Türkleştirdiğimizden dem vurulsun da bütün kabahatler bize bulunsun. Sanki Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar ya da tüm dünya bizden daha insani imiş gibi. Profesyonel

ve güçlü olmayınca asimilasyon kavramı temcit pilavıdır artık. Belki dünyanın en saf, en hoş görülü, en adil olan insanları kendini tanıyamasın, mankurtluğu göremesin diye bilumum çullanmalar, ardı ardına insafsızca…

Her yerde ‘halk’ var. O halde şuur yok mudur? Şuur nasıl kazanılır? Millet nasıl olunur? Din, dil, kültür, tarih, kader birliği tekerlemesiyle! olunur. Ben kimim sorusuna bugün bile tam olarak yanıt veremiyorsa aydın, kaldıysa tabi, münevver yoksa entelektüel hatta elit de olur, halimiz içler acısıdır. Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir millet yaratmak zordur çünkü millet bunu istemiyordur, zillet bunu engelliyordur, devlet de saf imiş…

“… [B]izim yazarlarımız Avrupalı yazarlardan hiçbir zaman pek etkilenmemişlerdir” (Forster, 2014: 43) diyen bir İngiliz yazara gıptayla bakmak günah ya da ayıp olmasa gerek. Onlar üstün, biz aşağı mıyız? Komplekslerimiz, ezikliğimiz mi var içeride bir yerlerde? Tabi ki hayır, acaba öç alma derdinde miyiz? Sanmıyorum. Demokrit gibi antikler “hakikat derinliklerde” (Schopenhauer, 2016: 19) derler. Çoğu kez doğru bu. Ancak bakın küresel her yerde… Aydın ise tarafsızlık derdinde… Yine de çalışmalıyız…

Forster’ın saptaması karşısında insan yerinde duramıyor gerçekten. Acaba doğulu yazarlardan etkilenmişler midir diye kendinize sorduğunuzu duyar gibiyim? Biteviye naiflik işte, bitmeyen umut mevzuu… Sömürgecilik bagajı olmadan, oryantal kafalar etkisini hiç kaybetmemişken, Bauman’ın “Erken modern dönemin yabancılarla başa çıkmak için başvurduğu din değiştirme ve asimilasyonun, çokmerkezli ve çokkültürlü dünyamızın mevcut koşulları içinde artık birer seçenek olmadığı” düşüncesine katılışının anlamı nedir? Üstelik “Yaşadığımız gitgide diyasporalaşan bir toplum” itirafı da orta yerde dururken. Göçmenlere ihtiyaç, sizin ihtiyaç duyduğunuz nitelik ve nicelik kadar, size hizmet ettiği kadarıyla var. İngiliz Başbakanı olabilse bile. Aksine karşılıklı bağımlılık dile getiriliyor: “… küresel tedarik zincirlerinden koparılacak olsalar, bugün o yerel olanlar onlara özgün kimliklerini kazandıran şeylerden ve onları canlı tutan mekanizmalardan yoksun kalırlar. Diğer yanda yerel bölgelerde kurulup hizmet veren havaalanları olmasa, küresel güçlerin ineceği, takviye alacağı, ikmal yapacağı ve yakıt tazeleyeceği hiçbir yer olmaz. Birlikte yaşamaya mahkumdurlar. İyi veya kötü. Ölüm onları ayırıncaya kadar.” (Bauman, 2020: 9, 100 ve 139). Görüldüğü üzere iş bölümünde payanda, liman, acente olmak yerele düşüyor. Neokolonyalizm bu olsa gerek. Sömürgeciler olmasaydı tren 50 yıl sonra gelir, ilaç bulunamazdı savında olduğu gibi. Getirdikleri bu, ya götürdükleri ne ki? Ne zaman büyüyeceğiz, tırtıl her ağzını açtığında girmeyecek, anla artık… İthal ürünler, pahalı markalar, zincir kahveler kurtarmayacak… Artık entelektüel gücü, uygulamada etkinliği görelim değil mi? Vatan-millet adına, edeple, namusla…

KAYNAKÇA

Bauman, Zygmunt (2020). Eğitim Üzerine (Riccardo Mazzeo ile Söyleşi), çev. Akın Emre Pilgir, Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Buçukcu, Öner (2020). Milliyetçilik (Tarih, Teori ve Temel Meseleler), Ketebe Yayınları, İstanbul.

Çağrıcı, Mustafa (2017). Gazzali, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, 2.baskı, İstanbul.

Ercilasun, Bilge (2019). Edebiyat Tarihi ve Tenkit, Dergah, 2.baskı.

Forster, E. M. (2014). Roman Sanatı, çev. Ü. Aytür, Milenyum Yayınları, İstanbul.

Hassner, Pierre (1964). “Milliyetçilik ve Milletlerarası İlişkiler”, Milliyetçilik, Raoul Girardet vd., çev. Yıldızhan Yayla, Köprü Yayınları, Acar Matb.

Kara, İsmail (2019). Cumhuriyet Türkiye’sinde Bir Mesele Olarak İslam 2, Dergah, 3.baskı.

Schopenhauer, Arthur (2016). Haklı Çıkma Sanatı (Eristik Diyalektik), çev.Hüseyin Salihoğlu, İmge Kitabevi, Ankara.

Tilly, Charles (2019). Neden? Düşünce ve Davranışlarımızın Altında Yatan Nedenler, çev.Ahmet Fethi, Vakıfbank Kültür Yayınları, İstanbul.